Ulkumun Susmayan Sesi
  TÜRKCÜLÜK
 
TÜRKÇÜLÜK Çok kısa tanımı ile Türkçülük, Türk Milleti’ni sevmektir. Bu târif, elbette yeterli değildir. Türk olan herkes milletini sever. Milleti sevmek yetmez. Bizi biz yapan değerleri: dilimizi, dinimizi, târihimizi, kültürümüzü, geleneklerimizi, örf ve âdetlerimizi vatanımızı, bayrağımızı, aynı soydan geldiğimiz halde Misak-ı Millî hudutlarımız dışında kalan insanlarımızı da sevmemiz gerekir. Türkçülük düşüncesi, statik değil, dinamik bir yapıya sahiptir. Bu sebeple değişmez ve klâsik bir târif yapmak mümkün olmayabilir. Denilebilir ki, Türkçülük; Türk’e has değerleri bilmek ve korumak, Türk Milleti’nin bağımsız olarak daha iyi şartlarda yaşaması için fikir üretmek, Türk Milletine yönelik sevgiyi eyleme dönüştürmektir. Türkçü, bizi biz yapan değerleri bilecek. Bu değerleri sevecek, koruyacak ve daha geniş kitlelere sevdirecek. Kültürlü ve ahlâklı olacak. Giyimde, edebiyatta, müzikte, güzel sanatlarda, beslenme alışkanlıklarında ve hayatın her safhasında Türk gibi düşünmek ve Türk gibi yaşamak her Türkçünün aslî görevidir. Türkçülüğün bir adı da Türk Milliyetçiliği’dir. Genel anlamda milliyetçilik de milletini sevmektir. MİLLET NEDİR ? Peki, millet nedir ? Aynı coğrafyada oturmak, aynı geçmişi yaşamış olmak, aynı dili konuşmak, aynı dine inanmak… millet olmak için yeterli midir ? Değildir. Konuya, farklı bir açıdan girelim. Millet denilen topluluk, insanlardan oluşur. Fakat insanlardan oluşan her topluluk millet değildir. Bir futbol maçına giden, belli bir takımın taraftarları da bir insan topluluğudur. Pek çok müşterek yönleri vardır. Dil, coğrafya, kültür,din, târih… ortaktır. Fakat maç bittikten sonra dağılırlar. Gelecek maça kadar irtibatları kalmamıştır. O halde İnsanlar, meydana getirdikleri topluma, daha iyi bir gelecek hazırlamayı, kendilerinden sonra gelen nesilleri de düşündükleri takdirde millet olma vasfına sahip olabilirler. İnsan denilen yaratıkta 3 milyar hücre olduğu söyleniyor. her birinin ayrı ayrı fonksiyonu olan bu üç milyar hücreyi üretmek mümkün olsa, onları bir küvete doldursak, sonra da insan kalıbı içerisinde bu hücreleri birleştirsek… konuşan, düşünen, hareket eden bir yaratık elde ederiz. O yaratık, elini ateşe uzattığında geri çekebilir de. Bu özelliği de kazandırmak mümkün olabilir. Fakat insana ait her özellik kazandırılamaz. Anne ile evlâdı arasındaki, karşı cinsten insanlar arasındaki etkileşim gibi… gibi özelliklerin kazandırılması mümkün değildir. İşte bu sebeple o yaratığa insan denilemez. Milletler de böyledir. Müşterek bir geçmişi, iyi olması düşünülen bir gelecek düşüncesini paylaşmayan, tasada ve sevinçte bir olmayan insanların oluşturduğu topluma millet denilemez. İLK TÜRKÇÜLER Sümerler’in Türk olduğu söylenir. Doğrudur. Onlar hakkında fazla bir bilgiye sâhip değiliz. Bu sebeple o dönemden örnekler vermek gerçekçi olmaz. Bir başka kesim, tarihteki ilk Türk Devleti’nin, Hun İmparatorluğu olduğunu söyler. Hun İmparatorluğu ile ilgili olarak günümüze ulaşan bilgiler daha kapsamlıdır. Büyük Hun İmparatoru Mete Han, “Bir savaşçının kaderinde, atının üzerinde savaşırken ölmek olmalı. Bizler, ve bizden sonra gelenler, bu şekilde ölmeye devam edersek, milletimiz diğer milletleri yönetir. Böylece; kahraman ve üstün millet olduğumuzu dünyaya kabul ettiririz.” Demişti. Bu sözleriyle Mete Han’ı ilk Türk Milliyetçisi olarak kabul etmemiz, doğru bir değerlendirmedir. Sonraki yıllarda da pek çok Türk Milliyetçisi, tarih sahnesindeki yerlerini aldılar. Bunların en önemlilerinden biri Göktürk Devleti’nin kurucusu ve ilk hükümdârı Bumin Kağan’dır. O: Türk adını, devlet isminde ilk defa kullanan devlet kurucusudur. Türk Dili’nin en eski yazılı belgelerinden olan Orhun Âbideleri’ni diken ve taş üzerine: Ey Türk Milleti, yukarıda gök çökmedikçe, aşağıda yer delinmedikçe senin töreni kim bozabilir ?” Diye yazdırarak Türkün cihan hâkimiyetini 720 yılında ilân eden Bilge Kağan’ı da hatırlamamız gerekir. Tarihteki Türkçüler; Abdülkerim Satuk Buğra Han, Selçuk Bey, Çağrı ve Tuğrul Beyler, Alparslan, Birinci ve İkinci Kılıçarslan ile devam eder. Sonra tarih sahnesine Osman Gazi gelir. Osmanlı pâdişahlarının tamamına yakını Türkçüdür. Son Osmanlı Türkçüsü cennetmekân Sultan İkinci Abdülhâmid Han’dır. 1800’lü yılların ikinci yarısında, Askeri Okullar Bakanı olan Şıpka Kahramanı Süleyman Paşa, Türklük Bilgisi adlı dersin müfredat programını hazırladı ve Türk Tarihi isimli kitabı yazdı. Bu sebeple Süleyman Paşa, Türkçülük ülküsünün ilk teorisyeni olma özelliğine sahiptir. Yine aynı yıllarda, Bursa Valisi olan Ahmet Vefik Paşa, Ebü’l-Gazi Bahadır Han’ın Şecere-i Türkî (Türklerin Soy Kütüğü) isimli eserini Doğu lehçesi olarak adlandırabileceğimiz Çağatay Türkçesi’nden İstanbul Türkçesi’ne çevirdi. Önemli Türkçülerden biridir. Kırım’da Gaspıralı İsmail ve O’nun teyze-zâdesi Tataristan’da Yusuf Akçura, Azerbaycan’da Ahmet Ağaoğlu, Hüseyin-zâde Ali Bey, Başkırdistan’da Zeki Velidî Togan… Türkçülüğün simge isimleridir. Türkiye’de Ziya Gökalp, Mustafa Kemal Atatürk, Rıza Nur, Hüseyin Nihal Atsız ve Alparslan Türkeş’le Türkçülüğün önderleri serisinde yakın tarihimize geliyoruz. Türkçüler, saydığım isimlerden ibâret değil elbette. Özetin özeti denilebilecek bu girişten sonra, çok kısa olarak yakın tarihimizde Türkçülük fikrinin nasıl doğup geliştiğine temas edip, 1944 TÜRKÇÜLÜK DÂVÂSI ve 3 MAYIS TÜRKÇÜLÜK BAYRAMI konusuna girebiliriz. TÜRKÇÜLÜĞÜN DOĞUŞU Osmanlı Devleti’nde Türkçülük, düşünce ve edebiyat alanında hissediliyordu. Devletin çöküş dönemi başladığında dîni ve etnik azınlıklar bağımsızlık hareketlerine giriştiler. Devletin aslî unsurunu oluşturanlar ise konuyu tartışmaya açtılar. Yine de Türkçülük fikrinin, Osmanlılık veya İslâmcılık gibi idare ve siyaset sistemi haline getirilmesi düşünülmüyordu. Türkçülük fikri, edebiyat alanında ve özellikle şiirlerde gelişti. Belli sayıdaki aydınlar, Türkçülük üzerine düşünce üretiyorlardı. Bu aydınlar içerisinde siyasete girmemiş, Türkçülük dışında bir düşünce akımı içerisinde bulunmamış insanlar olduğu gibi İslamcılık ve Osmanlılık taraftarları da vardı. Osmanlı aydınlarını Türkçülük üzerinde düşünmeye sevk eden âmiller hakkında şunlar söylenebilir: * Batıda Türkler aleyhinde görüşler oluşuyordu. O halde, Türkler lehinde de görüşler oluşturulması, Türkçülük fikrinin gelişmesi sağlanmalıydı. Aksi takdirde Türk aleyhtarları, Türkleri yok edebilirlerdi. * İslâm Medeniyeti, Arapların eseridir. Türkler, Arap topraklarını yönetimi altına alınca, iddiaya göre Arap medeniyeti gelişme imkânı bulamamıştır. O halde Türkler, Arap topraklarından kovulmalıdır. Halbuki Türkler o toprakları kan dökerek, can vererek almışlardı. O topraklar vatan olmuştu. Vatanı korumak da Türklük düşüncesinin bir unsuru idi. * Hıristiyanlar da Türkleri hem Avrupa’dan hem de Avrupa’nın uzantısı olan Anadolu’dan kovmak, Orta Asya’ya sürmek istiyorlardı. Bu açıdan da vatana sahip çıkmak, Türkçülük düşüncesinin bir defa daha aslî unsuru oluyordu. * Anadolu’da yaşayan gayrimüslimler ile Türk ırkına mensup olmayan etnik gruplar da Türkler aleyhinde önce fikir bazında, sonra da eylem bazında gelişmeler sağlıyorlardı. Bütün bu gelişmeler karşısında Anadolu’da yaşayan Müslüman Türklerde bir kanaat oluştu: Türk’ün, Türk’ten başka dostu yoktur. Bu düşünce Türkleri bir araya getirdi Kurtuluş Savaşı böylece başladı. CUMHURİYET DÖNEMİ Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk 20 yılındaki uygulamalar, Türkçülük esasına dayalıdır. Bu atmosfer içerisinde dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu, 5 Ağustos 1942 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bir konuşma yapar. Konuşmada şu cümleler yer alır: “Biz Türk’üz. Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük, bir kan meselesi olduğu kadar, en az bir o kadar da vicdan ve kültür meselesidir. Biz, azalan veya azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz. Ve her vakit, bu istikamette çalışacağız.” Başbakan böyle diyordu. Fakat Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel himâyesinde, Sabahattin Ali’nin önderliğini yaptığı bir grup eğitimci, anti Türkçü ve komünist fikirlerin yayılması için geniş kapsamlı faaliyetler içerisindeydi. Türk Milliyetçiliği’nin önder şahsiyeti Hüseyin Nihal Atsız, Başbakan’a hitaben bir açık mektup kaleme alır. Açık mektubun birinci bölümünü çıkarmakta olduğu Aylık Orhun Dergisi’nin 1 Mart 1944 tarihli sayısında, ikinci bölümünü de 1 Nisan 1944 tarihli sayısında yayınlar. Mektuplarda, devletin içine ve hatta beynine sızmaya çalışan zararlı cereyanlara dikkat çekmektedir. TARİHÎ DÂVÂ Sabahattin Ali, yine Hasan Ali Yücel’in teşvikiyle, bu mektupta kendisine hakaret edildiği iddiasıyla, Hüseyin Nihal Atsız aleyhine dâvâ açar. İlk duruşma, 26 Nisan 1944 tarihinde Ankara’da yapılır. Üniversitede okuyan milliyetçi gençler duruşmayı tâkip etmek üzere mahkeme salonunu hınca hınç doldurur. Söylenildiğine göre mahkeme heyeti duruşma salonuna pencereden girebilmiştir. Hüviyet tespiti yapıldıktan sonra mahkeme 3 Mayıs 1944 tarihine ertelenir. Bu duruşmada gençlerin mahkeme salonuna alınmaması kararlaştırılır. Gençler, hem bu kararı protesto etmek, hem de hocaları ve önderleri Nihal Atsız’a destek vermek için duruşmadan sonra, o dönemde Anafartalar Caddesinde bulunan Adliye binasından Ulus’a doğru bir yürüyüş düzenlerler. Yürüyüş sırasında onbinlerce genç İstiklal Marşı söyleyerek, “Kahrolsun Komünistler”, “Yaşasın Atatürk”, Yaşasın Türk Milliyetçiliği” diyerek sloganlar atmışlar, Şükrü Saraçoğlu lehine de bağırmışlardır. Yürüyüşe katılanların sayısı gittikçe artmıştır. Kimi meraktan, kimi destek vermek için yol kenarına toplanan halk da sloganlara katılınca, dönemin Ankara Valisi Nevzat Tandoğan, kalabalığın atlı polislerle dağıtılmasını emretti. Bu olay, birçok kişinin yaralanmasına ve sakat kalmasına yol açtı. Yüzlerce kişi tutuklandı. Tutuklamalar daha sonra İstanbul’da VE Türkiye’nin diğer bölgelerinde devam etti. Onlar, ilk duruşmadan sonra serbest bırakıldılar. Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün 19 Mayıs 1944’te Gençlik ve Spor Bayramı kutlama töreninde irat ettiği nutuktan sonra, tutuklamalar şuurlu bir hal aldı. Ankara, İstanbul ve diğer bölgelerde, anti komünist çalışmalara etkili olarak katılan, Türkçü fikirlere sâhip ve fikirlerini kitap ve makalelerle yazıya döken gençler tevkif edildi. İlk sorgulamalardan sonra elebaşı olarak belirlenenler İstanbul’da mahkemeye sevk edildi. O dönemde İstanbul’da Sıkı Yönetim uygulaması vardı. Ankara’da başlayan Nihal Atsız – Sabahattin Ali Dâvâsı’nın da sıkı yönetim mahkemelerinde görülebilmesi için, sonradan tutuklanan kişilerin dosyası ile birleştirilerek İstanbul’a nakledildi. Toplam 24 kişi, duruşma dışındaki günlerde tabutluk denilen hücrelerde tutuldu, işkencelere mâruz bırakıldı. Sol basının 1944 Irkçılık – Turancılık Dâvâsı olarak adlandırdığı gerçekte ise Türkçülük Dâvâsı olarak anılması gereken, duruşma günleri, Türk Milliyetçileri’nin acılı günleridir. Başlangıçta Türk Milliyetçileri, o acı günleri, hüzünle anmak için toplanıyorlardı. Dâvânın mağdurlarının tamamı, Askerî Mahkeme’de görülen Temyiz duruşmalarından sonra 3 Mart 1947 tarihinde suçsuz bulunup beraat edince, toplantılar bayram günü kutlamalarına dönüştü. Adına Türkçüler Bayramı denildi. 1988 yılı kutlamalarında merhum Başbuğ Alparslan Türkeş, ‘Türkçülük’ kelimesinin ırkçılık kavramını çağrıştırdığını belirterek, 3 Mayıs için ‘Milliyetçiler Günü’ denilmesinin uygun olacağını söylemişti. 1944 Türkçülük Dâvâsı’nın duruşmaları, Türk Milliyetçileri’nin; inanç, cesâret ve yüksek ahlâk anlayışı ile vatanseverlik konularında imtihanı olmuştur. Her yıl o imtihanda elde edilen üstün başarı kutlanmaktadır. Ulu dağlar zirvesinde, asâletin ve temizliğin timsâli bembeyaz karlar gibi beklemekte olan Türk Milliyetçiliği ülküsü, 3 Mayıs 1944’te küçücük bir kıpırdanışla büyüyen çığ oldu. Zararlı ideolojiler o çığın altında ezildiler. Belki yok olmadılar. Fakat Türkiye’mizin geleceğini tümü ile etkileme imkânlarını bulamadılar.
 
 
  Bugün 5 ziyaretçiZİYARETÇİ  
 
TÜRKİYE CANIM FEDA

HTML KOD

TÜRKİYE CANIM FEDA

HTML KOD

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol